Süper yetenekli ama son derece mütevazi, tanışırken samimi bir şekilde elinizi sıkıp ‘merhaba ben Hüseyin’ diyor bilindik aksanıyla… İngiltere’de bir kaç kez üst üste yılın modacısı seçilmesinin sırrı sadece kat kat uzayıp kısalan etekler, şapkanın içine kapanan elbiseler, ışıklı kumaşlar tasarlamış olması değil tabi ki, bu adamın hafiften naïf görüntüsünün ardında cok daha fazlası olduğu tartışılmaz gercek çünkü tüm dünya bu adamı konuşuyor.
Pek sevdiğim Izlandalı çılgın şarkıcı Björk’un sahne kostümlerinden, delidir ne yapsa yeridir Lady Gaga’nın yumurtasına, günlerce konuşulan Vogue ( Vöög) reklamı seslendirmesinden şimdilerde Galerist’deki ‘Yakınlık Sensörleri’ adlı sergisine Hüseyin Çağlayan hep konuşuldu, konuşulmaya devam ediyor… Zaten kendisi de şu günlerde istanbul’da olduğundan yakınlık sensörümüze takıldı, gidip de görmemek, görüp de yazmamak olmazdı. Gittim, gördüm, sizler için yazıyorum o geceyi.
Facebook etkinlik listeme düştüğü ilk günden bu yana 2600 ü aşan katılımcısıyla Hüseyin Çağlayan meraklısının ne kadar çok olduğu zaten ortadaydı…Fakat Galerist, malum pek de büyük bir yer olmadığı için, bu sanatsever kalabalığı nasıl kaldıracak diye düşünmüyor da değilim ilk başta. Son kararımız; kalabalığa yakalanmamak için daha geç bir saatte gitmek ama duymuşuz Hüseyin çağlayan aynı zamanda iki performans da sergileyecekmiş o gece .Madem öyle çok da gecikmeden Galerist yollarını tutuyoruz.
Sanatsever izdihamı Mısır apartmanının girişinde mermer merdivenlerinden başlıyor zaten, Galerist girişinde ise iyice yoğunlaşıyor. Kalabalıkta gözüme ilk takılanlar Gülse Birsel, Tuba Ünsal , Didem Soydan, Antony Doucet ev sahibi Murat Plevneli...ve kalabalıkta fark edemediğim onlarca kişi bu sergiye akın etmiş durumda…
Derken sergiyi gezmeye başlıyoruz, ilerlediğimiz ilk oda epey bir karanlık… Sertab Erener’in Osmanlı orkestrasını arkasına alarak seslendirdiği ‘Üzgünüm Leyla’ adlı eserin videosunu hayranlıkla izliyoruz, ses kalitesi, görüntü kalitesi ve elbette Sertab’ın Çağlayan tasarımı şapkası muhteşem, görülmeye değer… Adeta canlı canlı Sertab’ı izliyoruz derken çok geçmeden kulağıma tanıdık bir ses geliyor ,şarkıyı mırıldanıyor... Aaaa Sertab değil mi o? Yanındaki şu peruklu adam da Hüseyin Çağlayan olmasın sakın? Meğerse yanlarına oturmuşuz, onlar sakin sakin izlediğinden fark edememişiz o karanlıkta.O geceden ilginç bir detay; Sertab ilk defa izliyormuş bu videoyu, neden derseniz size küçük bir hatırlatma, bu sergi ilk kez Londra’da gecen sene gösterilmişti, Sertab Erener ise son anda vize probleminden dolayı katılamamıştı ,iste bu yüzden.Sertab’ın yanında papyonu, peruğu ve takım elbisesiyle Hüseyin Çağlayan ise son derece mütevazi ama bir o kadar ciddi bir tavırla eserini titizlikle izliyor oturduğu süre boyunca…Bu ciddiyeti tahmin edersiniz ki bir süre sonra ben bozuyorum,şarkının sonunda kendimi tutamayarak alkışı patlatıyorum, Sertab da dahil herkes eşlik ediyor alkışa, hepimiz aşka geliyoruz…
Bir kaç kez daha izledikten sonra serginin devamı olan yan odaya geçiyoruz.Bu odada Çağlayanın özel olarak hazırladığı gerçek boyutlarda bir Sertab Erener heykeli var, özel bir teknolojiyle yüzü aydınlatılmış, gözleri ve dudakları oynuyor. Arkasındaki duvarda sadece orkestradan oluşan görüntü fakat bu sefer ses diğer odadan geliyor, daha doğrusu kalabalıktan fırsat bulup gelmek istiyor. Sertab’ın heykeliyle bir fotoğrafını çekerek daha sonra Çağlayan’a kulak kabartıyorum, Hüseyin Çağlayan'ın bu çalışmasını şöyle yorumluyor, ‘ Bu çalışmada şarkıcının sesini, gövdesinden ayırıyorum. Ruhun bedenden ayrılması, çalışmaların bir parçası. Bir beden oluşturmayı, sonra da onu tekrar bozup çözmeyi seviyorum’ gibisinden bir felsefi yaklaşım getiriyor bu bölüme. Neyse ki kendisi peruğu ve papyonuyla bir bütün halde diye seviniyorum. Serginin ‘Üzgünüm Leyla’ adlı bu kısmı meğerse müziğin geçmişini, bugünün teknolojisiyle sorguluyormuş.Gidip görürseniz mutlaka hak vereceksiniz, ben gerçekten yerinde bir mesaj olduğunu düşünüyorum.
O geceye dönecek olursak, daha önce bahsettiğim üzere üçüncü odadan sadece müziğin sesi geliyor ama esas kalabalık orada olduğundan , sergi dedikoduları, fotoğraf çekimleri ve kendini sergileme bölümleri ve tabi ki konuşmaların uğultusu odadaki müziği bastırıyor o gece.Çok fazla vakit kaybetmeden biz de bir iki fotoğraf çektirip, kendimizi ‘Değişimin yakınlığı’ temalı dördüncü odaya atıyoruz. Daha girişte önümde bir ayna, kuaför koltuğu ve önünde kumanda paneli, biraz ötesinde bir peruk… Sanatçımız bu çalışmasında artık kuaförlerde ’Makas out kumanda in’ mesajını mı vermek istiyor bilemiyorum ama o köşeyi çok seviyorum.Bir çocuk meraklıyla kumandayı kurcalarken tuhaf bir ses yükseliyor derinden, eyvah buna bir şeyler oluyor derken telefonumun çaldığını fark ediyorum ,bir süre aynanın önünde telefonla konuşurken fotoğrafçı Franz şak diye fotoğrafımı çekiyor, konseptin içerisine elimde telefonum, heykel ciddiyetinde şapkamla dalıyorum adeta…
Aynı bölümde yine bir video gösteri Hüseyin Çağlayan ve model Didem Soydan başrollerinde, turuncu bir zeminde saçları bir uzuyor bir kısalıyor yetmişlerin saç stilinde. Bu saçları uzatıp kısaltan teknoloji ise Çağlayan’ın keşfiymiş.Hatta bunun için model kızımız metrelerce uzunluktaki ağır kabloları giymek zorunda kalmış, ondan yakınıyor o sıra yanımızdayken…Neyse ki aynı sistemi bir heykelin üzerinde bire bir olarak uygulamışlar da ,model kızımız rahatça salınıyor kürkü içerisinde o gece.İçimdeki meraklı çocuk yine boş durmuyor,kablolarla sarılı bu heykeli incelemeye çalışıyorum.O gece bu kablolu teknolojiyi keşfeden tek ben değilim,belli ki Nil Karaibrahimgil ’in de dikkatini çekiyor ki hemen yanımıza geliyor...Konsept dışı olacak ama şu mesajı alıyorum sanki Nil’den o gece; Björk giyiyor , Gaga giyiyor Çağlayan kostümlerini, benim neyim eksik, tek taşla olmayacak bu iş artık, zaman tek taşla iki kuş vurmanın zamanı,bu kablolu elbise benim olacak olmalı diyor sanki yaramaz kız Nil içinden, dikkatle kablodan elbiseyi incelerken …Önümüzdeki günlerde üzerinde görürseniz bu kostümü, Hakan demedi demeyin…
Nil Karaibrahimgil |
O gecenin en çok konuşulanlarından biriyse kuşkusuz Hüseyin Çağlayan’ ın sonradan eklendiği her halinden belli olan peruğu…Hatta bir süre kimsenin onu tanımadan yanından geçip gitmesinin baş kahramanı olan bu peruk hakkında o gece epey bir dedikodu dönüyor. Kimisi serginin konsepti gereği taktığını söylüyor, kimisi onu bir Fransız garsonuna benzetiyor, kimisi komik bulup gülüyor,perukla ilgili dedikodu o gece sergide kol geziyor...
Peruk başta güzeldir diyerek bir sonraki odaya geçiyorum, İstanbul’un geçmişten bu yana 150 den fazla ismi dönüp duruyor siyah bir sayacın üzerinde, konseptin adı ‘Arzunun Yakınlığı’…Adına tezat pek az rağbet gören bir oda burası, nitekim ben de çok fazla kalmıyorum orada, daha sonra incelerim diye diğer bölüme geçmek istiyorum. Kendimi çok mu kaptırmışım bilmiyorum ama bir ara o karanlığın köşesinde ufak bir pencere çarpıyor gözüme, onu da bir Çağlayan eseri zannedip tüm sanatsever ciddiyetimle pencereden dikkatlice bakıyorum, tabi ki gördüğüm tek şey binanın yangın merdiveni olunca çaktırmadan hemen oradan uzaklaşıyorum…
O gece ben ve daha pek çok kişi,sanata, dedikoduya doyuyoruz, çıkışta kimler var kimler yok diye birbirimizi süzüyoruz. Artık böyle etkinliklerde nedense( !) yasak olduğundan, gece boyunca alkol servis edilmiyor,meyveli gazozla kapanışı yapıyoruz.Neyse ki herkes Üzgünüm Leyla’ dan fazlasıyla efkarlanmış olacak ki dillerde aynı şarkı güle oynaya Pera gecelerinin yolunu tutuyoruz…
Ertesi gün bir röpartajını okuyorum Çağlayan’ın.Dikkatimi en çok’ nasıl bir yerde yaşamak isterdiniz’ sorusu çekiyor.Cevabı kendisi gibi oldukça farklı ‘ Londra’da bir ofiste, oturma odası İstanbul’a , banyosu Japonya’ya ve bahçesi Kıbrıs’a açılan bir ofiste’… Dün geceki yangın merdivenine açılan pencereyi hatırlıyorum yüzümde muzip bir gülümsemeyle, bir daha gördüğümde mutlaka soracağım kendisine, peki o akşam yangın penceresi nereye açılıyordu sayın Çağlayan, benim için hala merak konusu … Ne de olsa sanat sadece sanat için değildir , değil mi efendim? Türlü türlü etkinliklerden bildirmeye devam edeceğim, Takipte kalınız !!!
HAKAN ERKUŞ